3 Nisan 2015 Cuma

Mühim İki Mes'elenin İzahı

Birinci Mes’ele:

Bazılarınca yanlış anlaşılan, Üstad Bediüzzaman Saîd Nursî (r.a.)’ın
“Medenîlere galebe çalmak iknâ iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbâr ile değildir.”  sözünün manasını anlamak için, Risâle-i-i Nur’un muhtelif yerlerine bakmak lazımdır. Şöyle ki:

Adalet-i İlahiye, İslâmiyet'e ihanet eden mimsiz medeniyete öyle bir azab-ı manevî vermiş ki, bedeviliğin ve vahşiliğin derecesinden çok aşağı düşürtmüş. Avrupa'nın ve İngiliz'in yüz sene ezvâk-ı medeniyesini ve terakki ve tasallut ve hâkimiyetin lezzetlerini hiçe indiren mütemadi korku ve dehşet ve telaş ve buhran yağdıran bombaları başlarına musallat etmiş.
(Kastamonu Lâhikası 22)

Evet küre-i havanın yüzbinler kelimeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo unsuru, nev-î beşere öyle bir nimet-i İlahiyedir ki, küre-i havayı bütün zerrâtıyla şükür ve hamd-ü sena ile doldurmak lâzım gelirken, dalâletten tevellüd eden sefâhet-i beşeriye, o azîm nimeti şükrün aksine istimal ettiğinden elbette tokat yiyecek. Nasılki, havarik-ı medeniyet namı altındaki ihsânât-ı İlâhiyeyi, bu mimsiz, gaddar medeniyet hüsn-ü istimal ile şükrünü eda edemeyerek tahribata sarfedip küfran-ı nimet ettiği için öyle bir tokat yedi ki, bütün bütün saadet-i hayatiyeyi kaybettirdi. Ve en medenî tasavvur ettiği insanları, en bedevi ve vahşi derekesinden daha aşağıya indirdi. Cehenneme gitmeden evvel, Cehennem azabını tattırıyor.
(Kastamonu Lâhikası 72)

Avrupa’nın gayr-i meşrû olan bütün medeniyetleri
-ki mimsiz medeniyettir, yani deniyettir- vahşet ve rezalettir. Vahşilere karşı galebe ise, iknâ ile değil ancak seyf (cihad kılıcı) iledir.

Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedeviliğin bir kanun-u esasîsine irticaa çalışan ve hamiyet maskesini başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları gaddarane bir ittiham ile; ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle değil dini siyasete âlet yapmak, belki de siyaseti dine âlet ve tâbi' yapmakla; tâ İslâmiyet'in kuvvet-i maneviyesinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dört yüz milyon hakikî kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve bir kısım zalim Avrupa'nın dilenciliğinden kurtulmak için çalışanlara pek haksız olarak irtica damgasını vurup onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır.
(Emirdağ Lâhikası-2 82)

Beşerin vahşet ve bedevilik zamanlarındaki bir kanun-u esasîsine medeniyet namına dine hücum edenler, irtica ile o vahşete ve bedeviliğe dönüyorlar. Beşerin selâmet, adalet ve sulh-u umumîsini mahveden o dehşetli vahşiyane kanun-u esasî, şimdi bizim bu bîçare memleketimize girmek istiyor.
(Emirdağ Lâhikası-2 83)

Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapılmazsa, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye, iki harb-i umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle esfel-i safilîn olan o vahşi irticaa düşecek.
(Emirdağ Lâhikası-2 82)

“Amma ecnebilerin vahşi oldukları kurûn-u vustâda; İslâmiyet, vahşete karşı husumet ve taassuba mecbur olduğu halde, adalet ve itidalini muhafaza etmiş. Hiçbir vakit engizisyon gibi etmemiş. Ve zaman-ı medeniyette ecnebiler medenî ve kuvvetli olduklarından, zararlı olan husumet ve taassub zâil olmuştur. Zira din nokta-i nazarından medenîlere galebe çalmak ikna iledir,icbar ile değildir. Ve İslâmiyeti, mahbub ve ulvî olduğunu evamirine imtisalen ef'al ve ahlâk ile göstermek iledir. İcbar ve husumet, vahşilerin vahşetine karşıdır”.
(Redd-ul Evham İsimli Makalesi)

“Biz Kalû Belâ'dan Cem'iyet-i Muhammedî'de dâhiliz. Cihet-ül vahdet-i ittihadımız tevhiddir. Peyman ve yeminimiz imandır. Madem ki muvahhidiz, müttehidiz.


Herbir mü'min i'lâ-i Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler fünun ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı manevîleri altında eziyorlar. Biz de fen (müsbet fen) ve san'at silâhıyla i'lâ-i Kelimetullahın en müdhiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilaf-ı efkâra cihad edeceğiz. Amma cihad-ı haricîyi şeriat-ı garranın berahin-i katıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz.

Zira medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur”. (Yani Allah için, bütün insanların müslüman olmalarını veya cizye verip kendi fitnelerinden kurtulmalarını ve İslam’ın adilane kanunlarıyla mes’udane yaşamalarını istiyoruz). 
(Divan-ı Harb-i Örfi-Hakikat İsimli Makalesi)

Beşinci Kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki, i'lâ-yı Kelimetullahı ilân ediyor. Ve bu zamanda i'lâ-yı Kelimetullah (Cihad-ı maddî), maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakikiyeye girmekle i'lâ-yı Kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiye'nin iman ile kat'î verdiği emri, elbette âlem-i İslâmın şahs-ı manevîsi o kat'î emri, istikbalde tam yerine getireceğine şübhe edilmez.
Evet nasılki eski zamanda İslâmiyet'in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def'etmek, silâh ile kılınç ile olmuş. İstikbalde silâh, kılınç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevî kılınçları düşmanları mağlub edip dağıtacak*.
(Hutbe-i Şâmiye)

Yani bütün müslümanlar bir tek halifenin emri altında birleşerek devletlerinin kanunlarını kitap ve sünnete dayandıracaklardır. Ve Hz. Ömer’in adalatine benzer bir adaleti ve Medine-i Münevvere’deki medeniyet gibi bir medeniyeti fiilen dünyaya göstereceklerdir ki o zaman bu devletin adaletini ve medeniyetini gören küffar fevc fevc o devletin adalet ve medeniyetine aşık olarak İslamiyete girecektir.

İzah: 
Ma’lum olsun ki; Üstad’ın burada medeni dediği kimseler, insaniyetin bir hassası olan aklını kullanan, ma’kul ve mukni delillerle isbat edilen bir mes’eleyi kabul eden ve taassub göstermeyen kimselerdir. Vahşiler ise; inad ve taassub içinde bulunan ve aklını ibtal etmiş, hakikate karşı temerrüd gösteren kimselerdir. Mukaddime’de izah edildiği üzere Kur’an, evvela da’vasını mukni ve ma’kul delillerle isbat eder. Ve ayetlerin sonunda “akıl etmiyor musunuz”, “düşünmüyor musunuz”, “akıl sahibleri için bunda alametler vardır” gibi fezlekelerle, davasına akıl ve vicdanı ve fıtrat-ı selimeyi şahid gösterir. 

İşte kim Kur’an’ın bu davasını kabul ederse, o insan medeni insandır. Kabul etmeyenler ise inad ve taassub içinde bulunan cebbar vahşilerdir. Böyle söz anlamayan ve düşünmeyen vahşilerin vahşetine karşı galebe ise ancak kılıçladır. Zaten yukarıda da isbat edildiği üzere Şeriat, evvel emirde insanlara din-i hak olan İslamiyet’i tebliğ etmeyi emretmiştir. Eğer o insanlar medeni iseler, İslam’ı kabul ederler. Eğer kabul etmezlerse, bu gösterir ki onlar vahşilerdir. Bu vahşilerin vahşetlerini izale etmek için onlara kılıç çekmek lazım gelir. 

Acaba Kur’an-ı Mu’ciz’ul Beyan 14 asır müddetince, mu’cizane bir surette, İslamiyet’in bütün mes’elelerini hadsiz delillerle isbat etmişken ve milyonlarca ulema-i muhakkikin dahi bu davasında Kur’an’ı ve Resul-i Ekrem (A.S.M.)’ı delilleriyle tasdik edip iman etmişken, hem geçmiş bütün semavi suhuf ve kitablar ve peygamberler, Kur’an’ı ve Resul-i Ekrem (A.S.M.)’ı haber verip hakkaniyetini tasdik etmişken, güneş gibi zahir bu mes’eleyi kabul etmeyip, üstelik davasında Kur’an’ı ve Resul-i Ekrem (A.S.M.)’ı tekzib eden insanlar nasıl medeni insanlar olabilirler? Allah-u Teala, Kur’an’ın hakkaniyetini ve Resul-i Ekrem (A.S.M.)’ın hak resulü olduğunu isbatta bir eksiklik bırakmamıştır ki insanlar kabul etmemekte mazur olsunlar ve kabul etmedikleri halde medeni kalabilsinler. Demek, tebliği kendilerine ulaştığı halde Kur’an’ı kabul etmeyen kimseler vahşilerdir. Şeriat da onlara karşı cihadı emretmiştir. 

Nitekim Üstad Hazretleri bunu şu şekilde beyan etmiştir:

“Sonra bizim mevki ve mekanımız –ki bize çok geniş olup başkaları gibi dar
değildir- tedafü’ mevkiidir, tecavüz değil... Ve dinimizin esası da buna işaret
eder. Çünki لا إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ   ve    تَعَالَوْا إِلَى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ
bizi müdafaa mevkiinde durduruyor. Çünki تَعَالَوْا kelimesi işaret ediyor ki,
bizim en evvel vazifemiz da’vettir. Sonra onlara karşı cihadla müdafaa yaparız”.
(Arabi Hutbe-i Şamiye/ Teşhis-ul illet)

 لا إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنْ الغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللَّهِ فَقَدْ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى لا انفِصَامَ لَهَا وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ (256)
قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا إِلَى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلاَّ نَعْبُدَ إِلاَّ اللَّهَ وَلا نُشْرِكَ بِهِ شَيْئاً وَلا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضاً أَرْبَاباً مِنْ دُونِ اللَّهِ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَقُولُوا اشْهَدُوا بِأَنَّا مُسْلِمُونَ (64)
Elhasıl: Üstad Hazretleri tabi’dir, mübdi’ değildir. Yani Üstad, dinde yeni bir şey ihdas etmiş değildir. Bilakis Asr-ı Saadet’ten itibaren şeriatın hükümleri nasıl tatbik ediliyorsa, aynı tarzda bu hükümleri beyan ve aklî delillerle isbat etmiştir.

Hem Üstad’ın o dönemde söylediği bu gibi sözlerin manasını anlamak için o devrin şartlarına nazar etmek lazımdır. Şöyle ki:

O vakit Alem-i İslam 93 Harb’inden sonra ekseriyetle esaret altına girmiş ve kafirler Müslümanlar üzerine galib olmuştu. Üstad Bediüzzaman ise kafirlerin bu galebesinin zahiri sebebinin; Müslümanların fakr u zaruretleri, fünun-u medeniyede geri kalmaları ve aralarındaki ihtilaflar olduğunu keşfetmiş, bu sebeble bir çok eseriyle ve gazete makaleleriyle, hatta Şam-ı Şerif’e gidip bu mevzuda bir hutbe irad ederek, sesinin gittiği her yerde, bu zamanda fariza-yı cihadın ve i’la-i Kelimetullah’ın yapılabilmesi için evvel emirde Müslümanların bu cehalet, zaruret ve ihtilafa karşı cihad etmesi gerektiğini belirtmiştir. Çünki kafirler, alem-i İslam’ı bu fen ve san’at silahıyla istibdad altına almışlardı. Bu noktadan Üstad Hazretleri, bu zamanda İ’la-i Kelimetullah’ın maddeten terakkiye mütevakkıf olduğunu beyan ederek;

يَسْأَلُونَكَ عَنْ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ فِيهِ قُلْ قِتَالٌ فِيهِ كَبِيرٌ وَصَدٌّ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ وَكُفْرٌ بِهِ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَإِخْرَاجُ أَهْلِهِ مِنْهُ أَكْبَرُ عِنْدَ اللَّهِ وَالْفِتْنَةُ أَكْبَرُ مِنْ الْقَتْلِ وَلا يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتَّى يَرُدُّوكُمْ عَنْ دِينِكُمْ إِنْ اسْتَطَاعُوا وَمَنْ يَرْتَدِدْ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَأُوْلَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (217)
وَلا يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتَّى يَرُدُّوكُمْ عَنْ دِينِكُمْ إِنْ اسْتَطَاعُوا

yani “Düşmanlarınız olan kafirler için gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın.” ferman-ı kudsîsini Müslümanlara ders veriyordu.

Hem bu sebeble Van’da, devlet tarafından Medreset-üz Zehra namında, dini ilimlerin yanında fenni ilimlerin de okutulacağı bir dar-ul fünunu açabilmek için çalışmıştır.
Çünkü, bu fen ve sanatlar Avrupa’dan geldiği için, onların dalaletli ve batıl fikirleri de bu fen ve sanatların içine karışmıştı. Bir taraftan ulum-u diniyeyi bilmeden bu haliyle o fenleri tahsil eden insanlar, imanları zedelenerek dalalet ve şübheler içine düştüğü gibi, diğer taraftan ekser Müslümanların böyle dinsizlik ve tabiatçılığı telkin eden fen ve san’atlara karşı müstağni kalmaları ise alem-i İslam’ın san’at ve terakkide ecnebilere karşı geri kalmasına, zillet ve sefaletine ve kafirlerin Müslümanlar üzerine galebesine sebeb olmuştu.

İşte Üstad bu medrese ile ulum-u diniyeyi (esas olmak üzere) fünun-u medeniyeyle (batıl fikirlerden tasfiye etmek şartıyla) beraber ders verilmesini tavsiye ediyordu. Tâ ki alem-i İslam, hem dalalet ve şübhelerden hem de zillet ve sefaletten kurtulsun. Üstad’ın bu mevzudaki beyanlarından bir tanesi olan şu sözü, bu hakikati göstermektedir:

“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir 
(Haşiye-1).
Aklın nuru, fünun-u medeniyedir (Haşiye-2).
İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassub, ikincisinde hile, şübhe tevellüd eder.”
(Münazarat-86)

(Haşiye-1) Medresede ulum-u diniye asıl olmak şartıyla.
(Haşiye-2) Batıl fikirlerden tasfiye ve teberri olmak şartıyla... Bu haşiyede zikredilen hükme dair fukahanın fıkıh kitaplarına ve Üstad’ın “İslamiyet, fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulum-u hakikiyyenin reis ve pederidir” dediği yerlere müracaat edilsin.

Ayrıca, Alem-i İslam’ın mağlubiyetinden dolayı ümitsizliğe düşen Müslümanları ümidvar etmek için tekrarla, istikbalde İslam’ın hakim olacağını müjdelemiş ve bunun delillerini ve yollarını beyan etmiştir.

Ezcümle, Kur’an’ın “Akletmiyor musunuz?”, “Tefekkür etmiyorlar mı?”, “Tefekkür edenler için bunda ayetler vardır.” mealindeki fezlekelerinin verdiği bir müjde ile onları ümidvar etmiştir. Şöyle ki:

O dönemde, bilhassa Avrupa’da meydana gelen dünyevi ihtilaller ve inkılablar neticesinde, ecnebilerde bir intibah haleti başladı. Hıristiyanlık dininin asırlar boyunca onları tahakküm ve istibdadı altında tuttuğunu ve dünyevi terakkilerine mani olduğunu gördüler. Hıristiyanlığa karşı taassubdan nisbeten uzaklaşıp, eski asırlara göre bir derece akla yanaşıp düşünmeye başladılar.
Böylelikle kilisenin onlar üzerindeki tahakkümleri bir cihette kırıldığı için, geçmiş asırlarda gayet barid ve şiddetli olan taassubları ve İslamiyet’in gayet makul ve hakkaniyetli esasatına karşı göstermiş oldukları şiddetli vahşetleri de bir derece zail oldu. Hıristiyanlık yerine aklı hakim etmeleri ve fenlerin hassasiyetiyle ve hakikati taharri etmek meylinin inkişaf etmesi sebebiyle, taassub ve vahşetten uzaklaşıp, önceki asırlara nisbeten bir derece medenileştiler.

Buna binaen Üstad Hazretleri, Hıristiyanlığa karşı taassubları parçalanan ve düşünmeye başlayan ecnebilerin, istikbalde, bütün mes’eleleri ma’kul olan ve davasına akıl ve vicdanı şahid tutan Kur’an’ın da’vetine, icabet edeceklerini ve Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi bütün bozulmuş hurafe-alud dinlerin silinip Kur’an’ın akıllarda ve kalblerde yegane hakim olacağını müjdelemiştir.

Bunu ifade etmek için de medenilerin, yani taassubdan kurtulmuş ve aklı başında olan ve tefekkür eden insaflı insanların, delillerle ikna edilerek mağlub edilebileceğini beyan etmiştir.

Hem yukarıda isbat edildiği gibi Kur’an, evvela insanları kat’i ve mukni delilleriyle ikna eder. Medeni olan insan Kur’an’ın bu müdellel ve makul davasını kabul eder. Amma eğer insan batıl inancında mutaassıb ise aklını ibtal edip Kur’an’ın bu yüksek davasına karşı gözünü ve kulağını kapar. Artık hiçbir cihetle bu insanın ikna olması ve din-i hakkı kabul etmesi mümkün değildir. Ve böyle bir insan nihayet bir vahşet ile hak din olan İslamiyet’e ve onun adilane kanunlarına karşı tecavüz ettiğinden dolayı, Kur’an-ı Azimüşşan böyle vahşilere karşı maddi cihad kılıcını çekmeyi ve cihad vasıtasıyla o vahşilerin vahşetlerini def’ edip, kitab ve sünnete dayanan medeniyet-i hakikiyeyi onların rezalet ve ifsadatından muhafaza etmeyi ve onların tecavüzlerine karşı davasını müdafaa etmeyi emretmiştir.

Burada şu hususu da belirtmek lazımdır ki: 

Üstad Hazretleri bu gibi ifadeleriyle ecnebilerin umumiyetle medenileştiklerini kastetmemektedir. Belki onlar medeniyet iddiasında bulundukları için “
Eğer iddia ettiğiniz gibi medeniyseniz Kur’an’ın davasını kabul eder ve Müslüman olursunuz, İslamiyet’e karşı vahşet göstermezsiniz” manasında kinaye yapmıştır.

Hem onların yavaş yavaş medenileşmeye başladıklarını bildirip, istikbalde tamamen medenileşeceklerini ve Kur’an’a teslim olacaklarını haber vermektedir.

Zira Üstad, bu ifadelerinden sonra vuku bulan 1. Cihan Harbinin akabinde ecnebilerin vahşi olduklarını şu sözleriyle beyan etmiştir:

“Kurûn-u ûlâdaki mecmu-u vahşet ve cinayet, hem gadr ve hem hıyanet. Şu medeniyet-i habîse tek bir defada kustu. Midesi (*) daha bulanır.
(*) Demek daha dehşetli kusacak. Evet iki harb-i umumî ile öyle kustu ki: Hava, deniz, kara yüzlerini bulandırdı, kanla lekeledi…”
(Sözler-713)
(Şimdi asrımızda vuku bulan 3. bir harb ile bir daha kustu. Vahşet ve zulmünü kör gözlere de gösterdi).

Elhasıl :  Üstad’ın medeni dediği kimseler; Kur’an’ın davasını işittikten sonra insaf ile düşünüp, onu kabul eden kimselerdir. İşte Üstad, bu davayı işittiği halde onu kabul etmeyen insanlara vahşi tabirini kullanmaktadır. Ve böyle söz anlamayan vahşilere, ancak kılıçlarla icbar ederek galebe edilebileceğini ifade etmiştir.

İkinci Mes’ele:

Yine bazılarınca yanlış anlaşılan bir mes’ele de şudur:
“Meyve Risalesi” ismiyle ma’ruf 11. Şua’da, Üstad Hazretleri bir ayet-i kerimenin işarî bir manasını anlatırken şöyle demektedir:
“Evet, evvelâ başta 
وَلا يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتَّى يَرُدُّوكُمْ عَنْ دِينِكُمْ إِنْ اسْتَطَاعُوا
cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç yüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mânâ-yı işârî ile der: Gerçi o tarihte, dini, dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükümet, lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil mânevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıcıyla olacak. Çünkü, dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikati gözlere gösterecek derecede kuvvetli burhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur, Kur'ân'dan çıkacak diye haber verip bir lem'a-i i'caz gösterir.”
(11. Şua, s-985)

İzah : Dikkat edildiğinde görülecektir ki; Üstad bu cümleleri ile, cihad-ı diniyenin kaldırılmasını tasvib ve tasdik etmek değil, aksine dindeki cihadı isbat edip, bu cihad-ı diniyeyi hükumetlerinden kaldıran devletleri tenkid etmektedir.

Üstad’ın bu ifadelerinin manası şudur:

Ahirzamanda Deccaliyet ve Süfyaniyet komiteleri, bütün dünyada, hususen alem-i İslamda ve merkez-i hilafette bir inkılab yapacaklar ve bu inkılab neticesinde laiklik ve hürriyet-i vicdan hükumetlerde bir kanun-u esasî olarak vaz’edilecek. Yani Alem-i İslam’da, haricî küffara karşı maddî cihad-ı dinî kaldırılacak ve onlarla sulh yapılacak. Dahilde de mürtedlere (din-i İslam’ı terk eden kafirlere) ve âsîlere karşı ukubat ve hudud-u şer’iyye terk edilecek, buna mukabil, kafirleri, mürtedleri ve âsîleri muhafaza eden bu laiklik ve hürriyet-i vicdan namları altında, Müslümanlar tahkir edilip zillete sokulacaktır. Ayetin bu ihbar-ı gaybîsi aynen vuku bulmuş ve laiklik ve hürriyet-i vicdan namları altında, kafirler ve münafıklar tarafından Müslümanların bir kısmı, zindanlara atılmış, bir kısmı da kılıçdan geçirilmiştir.
Yukarıda da isbat ve izah edildiği üzere; cihad-ı diniye, din-i İslamı ve Müslümanları kafirlerin tecavüzünden muhafaza etmeye sebebdir. Ukubat ve hudud-u şer’iyye ise, dahildeki asayişi te’min edip zulme, anarşizme ve ahlaksızlığa mani olmaktadır. Bu cihad-ı maddînin ve ukubat ve hudud-u şer’iyyenin icrası ise ancak devlet tarafından yapılabilir. Üstad’ın daha evvel de zikredilen şu beyanı;

“Bir hükûmet, mücahede ettikçe cesareti artar, terkettiği zaman cesareti azalır ve binnetice cesaret de, hükûmet de söner, mahvolur.”
(İşaratü’l İ’caz-164)

Hem Sultan Reşad’a ve Adnan Menderes’e yaptığı şu ihtar;

“Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i ilahiye namına ve hakaik-i İslamiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve manevî kıyametler başlarına kopacak, anarşistlere,Ye’cüc ve Me’cüc’lere teslim-i silah edecekler diye kalbe ihtar edildi.”
(Hutbe-i Şâmiye Zeyli)

Hem şu ayet-i kerime;
وَلا يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتَّى يَرُدُّوكُمْ عَنْ دِينِكُمْ إِنْ اسْتَطَاعُوا

Meali: Ey müminler! Eğer müşrikler kadir olurlarsa, tâ sizi dininizden döndürmek zu’muyla (zannıyla) daima mukateleden münfek olmazlar (ayrılmazlar).
(Tefsir-i Mevakib-Bakara-217)

Bu ayet-i kerime ve Üstad’ın bu iki ifadesi gösteriyor ki; eğer hükumetler cihad-ı maddîyi terk ederlerse küffarın istilasına uğrar. Eğer içtimaî saadetin ana esası olan ukubat ve hudud-u şer’iyyeyi ikame etmezlerse, anarşistliğe ve dahilî fitnelere maruz kalırlar. Alem-i İslam’ın hal-i hazırdaki zillet ve sefaletinin ana müsebbibi budur. Ve cihadı ve mahkeme-yi şer’iyyeleri ikame etmedikleri müddetçe bu zillet ve sefaletten kurtulmaları da mümkün değildir.

İşte Üstad Hazretleri bu ayetin bir işaret-i gaybiyesini izah ederken, bu noktalara da ima ederek diyor ki; Deccaliyet ve Süfyaniyet komitelerinin yaptıkları inkılablar neticesinde, Alem-i İslamdaki, bilhassa merkez-i hilafetteki hükumetlerin, laiklik ve hürriyet-i vicdan namları altında cihad-ı maddîyi ve ukubat ve hudud-u şer’iyyeyi terk ettiği böyle bir zamanda, ancak devlet tarafından yapılabilen cihad ve mahkeme-yi şer’iyyelerin ikamesi terk edildiği için zarurete mebni ve muvakkaten, yalnızca cihad-ı manevîyi deruhte ederek, Kur’an’ın i’caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur, verdiği iman-ı tahkikî dersleriyle, hem haricî küffardan gelen tecavüzlere karşı, hem de dahilde irtidad ve dinsizlikten ve ahlaksızlıkdan gelen anarşizme karşı bir cihad-ı manevî yapacaktır ve yapmaktadır.

Cihad-ı maddî olmadan yapılan bu mücerred cihad-ı manevî, Mehdîliğin ikinci ve üçüncü mümessillerinin gelmesine kadar devam edecektir. Onlar geldikten sonra ise yine evvela cihad-ı manevî yapılmakla beraber, haricî küffara karşı tebliğden sonra cihad-ı maddî de ikame edilecektir.

Acaba bütün eserlerinde cihad-ı maddî-yi dinîyi isbat eden ve ahkam-ı Kur’aniyenin hakimiyeti için çalışan ve bu laiklik ve hürriyet-i vicdan kanunları yüzünden ömrünün yirmi seneyi aşkın bir zamanını hapishanelerde ve tecrid-i mutlakda tazyikat altında ve işkencelerle geçiren bir zatın, böyle bir ayetin işarî bir manasını beyan ettiği ifadelerine bakarak, hem ona da asıl muradının tamamen aksine, gûya hâşâ laiklik ve hürriyet-i vicdanı tasvib ediyormuş gibi bir mana vererek ayetin sarahatini inkar etmek, böylelikle Kur’an-ı Azimüşşana ve ehadis-i şerifeye ve bütün ulema-i İslam’a muhalif bir caddeye girmek dalalettir, küfürdür.

Üstad Hazretleri burada hâşâ laiklik ve hürriyet-i vicdanı tasvib etmiyor, belki ihbar ediyor, bu tarihlerde İslamiyetten evvelki cahiliye zamanının yeniden canlanacağını haber veriyor ve cihad-ı maddînin lüzumuna ima ediyor.

Elhasıl: Kur’an-ı Hakim, bu ve bunun gibi ayetlerle laiklik ve hürriyet-i vicdanı haber veriyor. Fakat onları medh etmiyor, zemmediyor, küfür ve dalalettir diyor.
Üstad’ın da hadîs-i şeriflere istinaden haber verdiği gibi, inşaallah Hz. Mehdî ve onun cemaat-i nuraniyesi gelecek ve alem-i İslamdaki bu cereyan-ı münafıkaneyi kaldırıp cihad-ı maddîyi ve mahkeme-yi şer’iyeleri ikame edecektir.


Hiç yorum yok:

Bakara Sûresi 274. Ayet-i Kerîmesi

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ سِرّاً وَعَلانِيَةً فَلَهُمْ أ...